Coşkun Karabulut / Kültür Sanat

Salgın Günel NATİQ - AZERBAYCAN

Coşkun Karabulut / Kültür Sanat

  • 1607

Hocayı* dinlemeye, Allah'ın her günü dünyanın her yöresinden insanlar gelirdi . "Bu bitkin halimle Dağdağan ağacıyla görüşmeye nasıl gideyim?" diye sitem eden hoca , ziyaretçileriyle yüzyüze sohbet ediyordu. Adamlar sanki onun yüzündeki her çizgiyi anılarında saklamak istiyorlardı. Dikkatle ona bakıyor, sözünü sohbetini hafızalarına kaydediyor, aceleyle ondan yazacakları hatıraları,  hakkında yazacakları yazıları düşünüyorlardı.
Hoca bütün bunları anlıyor ama kimsenin hatırını kırmıyor, kapısını gelenlerin yüzüne kapatmıyordu. Çoğu zaman yanındakileri tamamen unutup kendi alemine dalıyor, Dağdağan ağacıyla hayali sohbet ediyordu.
 Gelip gidenler onu sık sık kendi dünyasından uyandırıp, sorgu suale tutuyor, hayat, ölüm, sevgi, günah hakkında görüslerini sorarlardı. Hocanın konuşmaya mecali olmasa da, fikirlerini kısa ve net anlatabilyordu. Son zamanlarda beti benzi solmuş, derisi büzüşmüş, gözlerinin ışığı kaybolmuştu. Önceki insan değildi artık.
Şimdi hocanın, içindeki şiirden, bir de Dagdağan ağacından başka  içten hiç kimsesi yoktu. Ne cevap verecekti ona? Dünyaya mağlup olduğunu nasıl anlatacaktı? " Şiirindeki dünya hani çok güzeldi, şefkat doluydu-  doğadaki bütün yeşil yapraklar kadar! Nasıl oldu da dünya böyle zalim oldu?" diye soracaktı. Ne cevap verecekti Dagdağan ağacına?
 Çoğu zaman susuyordu, aslında gelenlerin eskisi gibi  ondan çok şey beklemediklerini biliyordu. Biliyordu ki, şiirleri insanların yüreklerine, gönüllerine akmış, diyeceklerini çoktan deyip bitirmişti. Zaten insanları buraya getiren de, onun söyleyecekleri değil, onun yanında görünmek istemeleriydi.
İnsanlar, büyük şairi , yasayan efsaneyi sıradan biri gibi yitirmek istemiyorlardı. O nedenle, işlerini güçlerini bırakıp onunla buluşmaya gidiyorlardı. Nice insan gülüşünü,  yüzünün son andaki çizgilerini, ölüm hakkında hissettiklerini açıklamadan göçüp gitmişti bu dünyadan.Şimdi onu böyle iz bırakmadan kaybetmek istemiyorlardı. Onun için arı peteğe üşüştüğü gibi, onun başına üşüşüyorlardı.
Hoca her an ölebilirdi. Ama ölünce artık yok olmayacaktı. Bu temastan onların ellerinde sıcaklığı, gözlerinde gölgesi kalacaktı. Gölge hiç bir zaman yok olmuyor. Hiroşima' da patlamalar döneminde birisi gölgesinin yansımasını yadigar bırakıp gitmişti. Hocanın bir gölgesi kalacaktı.
Hoca için en ızdırap veren şey hatıra fotoğrafları çektirmekti. Adamlar ellerine geçen fırsatı yitirmek istemiyorlardı. Onun için de her ihtimale karşı birkaç poz fotoğraf çektiriyorlardı. Bu sefer   ona eziyet vermeye;  kah bir tarafa, kah başka tarafa bakmaya zorlayıp, bazan ellerini onun boynundan tutarak güçsüz başını bir istikamete çevirerek, istemeden rahatsızlık veriyorlardı.
 Hoca bu anlarda kendini çok zayıf hissediyordu. Bazan ondan objektife bakmasını istiyorlardı ama hoca kendi alemine sık sık daldığı için biraz yüksek sesle bakmasını rica ediyorlardı.
 Hepsi resimde güzel çıkmak istiyordu. Hoca için bunun hiç de önemi yoktu. Çünkü her zaman aynı çaresizlik akıyordu görüntüsünden. Adamlar ise her zaman aynı biçimde güzel çıkıyorlardı.
Hoca bu fotoğraflara bakmıyordu  çünkü kendi çaresizliğini bir de adamların fotoğraftaki  bakışlarında görmek istemiyordu.
Bir zamanlar yüksek makamlarda görev yapmıştı. Sözü geçen biriydi. Şimdi bu halde olmayı kendisine yakıştıramıyordu. Ama zaman onu  buna acımasızca  alıştırmıştı. Hatta fotoğraf çektirirken objektife  bakmaya bile alışmıştı.
Günler geçtikçe Hoca biraz daha takattan düşüyor,  onun yanına gelenlerin sayısı her geçen gün artıyordu.  Hepsi hocanın dünyasını değişmeden, onunla görüşmeye can atıyordu.
Neticede hocayla resmi olmayan neredeyse kalmamıştı.  Resmi olmayanlar da bakıp tereddüt geciriyorlardı: belki...
Hoca o derece elden ayaktan düşmüştü ki halen  daha bu vaziyette yaşıyor olması inanılır gibi değildi, belki de onun için sık sık öldüğüne dair haberler yayılıyordu. Hocanın ölüm haberi geldiğinde onun resim çektirecek kadar mecalini  bulanlar rahat nefes alıyorlardı,  görüşmeyenleri   ise yine umutlanıyordu: belki...
Belki de onun için her defa hocanın ölüm haberinin yalan olduğu ortaya çıktıktan sonra kentte onunla buluşmaya gidenlerin sayısı beşe katlanıyordu. Onu sağ salim görenler : " şükür, bu günü de gördük" diyorlardı.
Hoca kendisinde güç bulup ölüme direnç gösteriyordu. İki yıldır yakalandığı ağır hastalığı atlatamasa da, halen tam teslim de olmamıştı.
Bu dönemler buluşmaya gittiği, şiirler yazdığı, varlığıyla savunduğu Dağdağanağacı yolunu gözlüyordu. Dağdağan ağacı, hocanın bu vaziyette görüşmeye gitmeye utanacağı tek varlıktı.
Dünyada yayılan salgınla ilgili her gün yeni haberler geliyordu. Önce inanmamışlardı. Dünya çok büyük, salgın gelip bizi bulmaz demişlerdi." Dünyanın genişliğini anladın mı?" yazıyordu kutsal kitaplarda.
 
Sonra hepsi dünyanın ne kadar küçük olduğunu gördüler hem de öylesine küçük ki salgın dünyanın ta öbür ucundan onların olduğu yere çarçabuk ulaşmıştı.
Salgın kurbanlarının sayısı durmadan artıyordu.
İlginçtir ki ölenlerin isimlerine de virüs bulaşmış gibi, yok oluyordu. Fotoğrafları da  yoktu, onlara da  virüs bulaşmıştı.Ölenlerle ilgili her şey yok ediliyordu. Sanki her şey salgına kurban gitmişti.Hatta hatıraları da salgın alıp götürmüştü.

Hoca şimdi onların yolunu gözlüyordu. Hatırlayıp gülümsüyordu.
Hepsi öz gülüşünü, hüznünü, ölüm hakkındaki düşüncelerini yadigar bırakıp gitmişti.
Şimdi hocanın yapacağı tek şey, Dağdağan ağacıyla buluşmaya gitmekti. O artık bu küçücük dünyadan korkmuyordu.

* Üstad şair
 

Yazarın Diğer Yazıları