Afi Can

Sudan Sebepler

Afi Can

  • 1393

Merhabalar, bu hafta,değerli büyüğüm Prof. Dr. Oktay Yivli hocamın, ben gibi güzel yazı
yazmaya çabalayan yazar adaylarına içtenlikle ve bilimsel olarak yazmış olduğu "Öykü Nasıl
Okunur" kitabı hakkında ki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.Bunun yanında
Stephen King "Yazı yazma sanatı", Virginia Woolf "Kendine ait bir oda" ve tüm zamanların
temel yapı taşı olan "Poetika" gibi eserlerin bende bıraktıkları izlerden bahsetmek isterim.
Zaman, insanları en çok fikri ve manevi erozyona maruz bırakır. Devamlı hasar gören
inançlarımız, düşüncelerimiz ve duygularımıza, biz bile çoğu zaman yabancıyızdır.
Kendimize yabancı bu duygu ve düşünceleri tanımlamakta ve karşımızdaki kişilere
aktarmakta inanılmaz güçlükler yaşarız. Günlük yaşantımızın kalitesini oldukça düşürür bu
durum. İşte sanat, edebiyat ve kitaplar tam da bu nokta da hayatımıza can simidi olarak dahil
olurlar.Karşılaştığımız bu karmaşık dünyaları daha anlaşılır kılarlar. Kelimelerin bu gücü
sanırım hiç bir zaman kaybolmayacak. Oktay Hocamın ve diğer yazarların üzerinde ısrarla
durdukları konunun bu olmasına pek şaşmamak gerekir. "Kelimelerin gücüne inanın."
Öykü nasıl okunur kitabının bence en can alıcı noktası burasıdır. "Kelimelerin gücüne inanın
"
********
İnsan dış dünyanın baskıları sonucu pekiştirdiği davranışların tortularını ancak sanat ile
atabilir üzerinden..
Atamızın “ Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” sözü de
bu düşüncemizi destekler niteliktedir.
İnsanlık tarihinin her döneminde çağdaşlarına rehber olmuş isimler gelmiştir. Bunların
bazıları günümüzde halen bir güneş gibi parlamaktadır. Bazıları ise daha ufak yıldızlar gibi
zamanla sönüp gitmişlerdir.
Büyük yazarlar, yaşadıkları çağların çarpıklıklarını dile getirmekle kalmamış, dönemlerinin
gerçekliklerini de bizlere anlatmışlardır. Ama insanlık artık öyle bir noktaya gelmiştir ki,
geçmişi tanımlayabildiğimiz enstrümanlar (gerçeklikler) el değiştirince geleceği ve
günümüzü tanımlamada yetersiz ve eksik kalmışlardır.
"Saban" kelimesi, "değirmen" kelimesi gibi pek çok kelime artık bir çoğumuza bir anlam
ifade etmemekte, bir imge ya da bir hayal canlandıramamakta… artık daha başka türden
gerçekliklerimiz var, yine bir çoğumuzun pek alışkın olmadığı,tanımlayamadığı bir
gerçeklikten bahsediyorum. "Sanal gerçeklik"
Evet "sanal gerçeklik" dediğimiz şey artık günümüzde insan gerçekliğinden ayrı olarak kendi
gerçekliğini yaratıp, tanımlayabiliyor.
Peki sıkça duyduğumuz bu sanal gerçeklik ve gerçeklik arasında ki ilişki nasıl ilerliyor?
Eskiden kelimelerle hayat bulan hayal gücünün artık görüntülere aktarılması diyebiliriz sanal
gerçekliğe, çünkü günümüzde her yanda bol miktarda imge var. Daha önce hiç bu kadar çok
şey incelenip seyredilmemişti. Her an, gezegenin ya da ayın öte yüzünde nesnelerin nasıl
göründüğüne göz atabiliyoruz. Gelişmiş uydu sistemlerimiz sayesinde görüntüler cep
telefonu ve bilgisayarlarımıza şimşek hızıyla kaydedilip aktarılıyor.
Ancak bununla, bir şey masum bir biçimde değişti. Eskiden görüntüler elle tutulur bedenlere
ait olduklarından bunlara fiziksel görüntü derdik. Şimdi her şey uçucu. Teknolojik yenilikler
görüneni varolandan ayırmayı kolaylaştırdı. Ve bu tam da yürürlükteki sistem efsanesinin
sürekli olarak sömürmesi gereken şey. Yani görünümleri kırılmalara dönüştürmek, birer
serap gibi: Işık değil iştah kırılmaları, aslında tek bir iştahın kırılması, gerçeklikle
bağdaşmayan hep daha fazlasını isteyen iştahın.
Bu yüzden varolan, yani beden, ortadan kayboldu. Bir içi boş elbiseler ve arkası boş
maskeler seyirliğinde yaşar hale geldik.
Herhangi bir ülkedeki televizyon kanalının haber spikerlerini düşünün. Bu spikerler
bedensizleştirilmiş olanın mekanik zirvesidir. Onları icat etmek ve onlara bugün yaptıkları gibi
konuşmayı öğretmek sistemin yıllarını aldı.
Bedenler yok, Zorunluluk da yok - çünkü “zorunluluk” varolana özgü bir durumdur. Gerçekliği
gerçek yapan şeydir. Sistemin efsanesinde ise yalnızca henüz gerçek olmayana, sanal
olana, bir sonraki alışverişe yer vardır. Bu da insanda iddia edildiği gibi bir özgürlük
(sözümona seçme özgürlüğü) duygusu değil, derin bir tecrit edilmişlik duygusu yaratıyor.
Son zamanlara kadar tarih, insanların hayatları hakkında anlattıkları her şey, tüm atasözleri,
öyküler ve kıssalar aynı şeyle yüzyüzeydi: Zorunlulukla birlikte yaşamak için verilen ölümsüz,
korkutucu ve zaman zaman güzel mücadeleyle, varoluşun bilmecesiyle yaratılıştan bu yana
sürdürülen ve durmadan insan ruhunu bileyen mücadeleyle. Hayal gücünün yerine alan
sanallık edebiyat ve sanata da sirayet etmiş durumda.
İyidir kötüdür demiyorum.
Ama hazırlıksız olduğumuzu açık yüreklilikle söyleyebilirim. Sanatsal eserlerde de yaşamda
ki gibi zorunluluk şarttır. Kahraman eylemlerini yapmaya kendisini zorunlu hissetmek
durumundadır. Zorunluluk hem tragedya hem de komedya üretir. Öptüğünüz ya da kafanızı
çarptığınız şeydir.
Bugünkü sistemin seyirliğinde zorunluluk yok artık. Dolayısıyla hiçbir yazılı ya da basılı
mecralarda, deneyim de iletilemiyor. Geriye kalan paylaşılabilecek tek şey, seyirlik; kimsenin
oynamadığı, herkesin seyrettiği oyun. İnsanlar kendi varoluşlarına ve acılarına, eskiden hiç
olmadığı kadar, tek başlarına, zamanın ve evrenin uçsuz bucaksız arenasında bir yer
bulmaya çalışıyorlar. Sosyal medya da yapılan paylaşımlarda bunu daha acıtıcı olarak
görüyoruz. İnsanların kendi gerçeklikleri ile alakası olmayan bir yığın ileti olarak.
İşte böylesi bir ortamda Aristo'dan başlayan güzel yazı yazma sanatı Oktay Hocam'a kadar
uzanıyor ve yaşamın büyük ustaları bizlere tek bir şeyi öğütler nitelikte bir hal alıyorlar.
Görünüşünü yeniden düzenlemek için nesnenin içine girmenin sırrı, bir gardırobun kapısını
açmak kadar basit. Belki de yalnızca kapı kendiliğinden açıldığında orada bulunmaktan
ibaret.
Sır, baktığın şeyin -bir kova su, bir inek, yukandan görünen bir şehir (İstanbul gibi), bir meşe
ağacı- içine girmek ve girdikten sonra da görünümünü daha iyi hale getirecek şekilde onu
yeniden düzenlemekti. Daha iyi, onu daha güzel ya da daha uyumlu yapmak anlamına
gelmiyordu; meşe ağacını tüm meşe ağaçlarını temsil edecek şekilde daha tipik yapmak
demek de değildi; yalnızca, inek, şehir ya da su kovasını daha görünür bir biçimde biricik
olabilsin diye, daha kendisi yapmak demekti! daha geniş bir zamanda daha kapsamlı
biçimde düşüncelerimi dile getirmek isterim. Kitabı edinmeniz benim edindiğim tecrübelerin
daha fazlasını sizlere katacaktır. Hepimize iyi haftasonları dilerim. Sağlıcakla kalın, sevgiyle
kalın...

Yazarın Diğer Yazıları