Dostluk… Ne boş beleş bir kelime. Sanki ağzında ekşimiş bira tadı bırakıyor. İnsanlar birbirlerine “dostum” diyorlar, sanki bir madalya takıyorlar birbirlerine. Ama gerçek ne? Gerçek, çoğu zaman, bir yığın boş laf, karşılıklı çıkar ve en sonunda da bir hayal kırıklığı çukuru. Bu yazıda, dostluk denen şeyin felsefi olarak ne kadar çürük olduğunu, Dostlarımızın kemiklerini sızlatacak kadar dürüst bir şekilde ele alacağız.
"Dostluk… Sanki bira bardağının dibinde kalan son damla gibi. İlk başta iyi gelir, ama sonra ağzında acı bir tat bırakır.
İnsanlar değişir, bunu anlamıyorlar. Dün beraber içki içtiğin adam, bugün bambaşka bir p…ç kurusu olabilir. Ve sen, o eski 'dostunu' ararsın, ama o artık yoktur. Tıpkı sabah kalktığında, geceki sarhoşluğun hiçbir izi kalmaması gibi. Sadece baş ağrısı, sadece boşluk. Dostluk, bir bataklık gibidir. İlk başta sıcak ve davetkar görünür, ama içine girdiğin an, çamura saplanırsın. Kurtulmak zordur ve çıktığında da üstün başın çamur içinde kalır.
Felsefeciler bu lafı geveleyip durur. Aristoteles’ten Nietzsche’ye, hepsi bir şeyler zırvalar. Ama gerçek ne? Gerçek, çoğu zaman, mide bulantısından başka bir şey değil.
İlk mesele, “öz” denen o saçmalık. Aristoteles çıkmış, dostluğun üç türü olduğunu söylemiş: çıkar, zevk, mükemmel. Sanki bir orospuyla yatıyoruz amına koyayım, menüden seçiyoruz. Hayat böyle işlemiyor. Dostluk dediğin, çoğu zaman, bir tesadüf, bir zorunluluk ya da en kötü ihtimalle karşılıklı bir çıkar ilişkisi. Öz falan yok, sadece bir yığın tesadüf ve yanlış anlama. Tıpkı siyasetteki “ilkeler” gibi, hepsi yalan, hepsi palavra. Siyasette de dostluklar, çoğu zaman, bir çıkar ortaklığıdır. İki siyasetçi, aynı hedefe ulaşmak için bir araya gelirler, ama hedefe ulaştıklarında, dostluk da biter.
Kant’ın “kategorik imperatif”i… Dostlarına her zaman “kendiliğinden bir amaç” olarak davranmalısın. Yani, onları sadece bir araç olarak görmemelisin. Ama siyasetçiler ne yapıyor? Toplumu sadece bir oy deposu, bir araç olarak görüyorlar. Vaatler, yalanlar, demagoji… Hepsi bir çıkar için. Tıpkı dostluklardaki gibi,
İlk mesele, beklentiler. İnsanlar dostluklardan bir şeyler beklerler. Teselli, destek, anlayış… Sanki dost dediğin, senin özel psikoloğun, bedava. Ama hayat böyle işlemiyor. Herkes kendi bokunda boğuluyor, kendi dertleriyle uğraşıyor. Başkasının yükünü taşımak, çoğu zaman, sadece kendi yüküne bir yenisini eklemek demek. Yani, beklenti içine girdiğin an, hayal kırıklığına davetiye çıkarıyorsun demektir. Bu, hayatın değişmez bir yasasıdır, tıpkı biranın sabah ağzında bıraktığı o iğrenç tat gibi. Dostluk, bir nevi karşılıklı borçlanma senedi gibi işlemeye başlar. Bir taraf sürekli alacaklı, diğeri ise borçlu hisseder. Bu denge bozulduğunda ise, ilişki çatırdamaya başlar.
Sonra, “gerçek dostluk” denen o masal var. Sanki iki insan, ölene kadar birbirinin yanında olacakmış gibi. Saçmalık. İnsanlar değişir. İlgi alanları değişir, değerleri değişir, hayatları değişir. Dün beraber içki içtiğin adam, bugün bambaşka biri olabilir. Ve sen, o eski “dostunu” özlersin, ama o artık yoktur. Yerine, yabancı bir suret gelmiştir. Bu, hayatın acımasız bir gerçeğidir. Zaman akar, nehirler yön değiştirir, insanlar kabuk değiştirir. Dün aynı müzikten hoşlanan iki genç, bugün bambaşka ideolojilere sahip iki yabancıya dönüşebilir. Bu değişim kaçınılmazdır ve dostluk denen o kırılgan yapı, bu değişimin ağırlığı altında ezilir.
Bir de, “fedakarlık” meselesi var. Dostluk için fedakarlık yapmak gerektiği söylenir. Ama ne fedakarlığı? Kendi hayatından, kendi zamanından, kendi mutluluğundan fedakarlık etmek mi? Saçmalık. Herkes kendi hayatının başrol oyuncusudur. Başkasının hayatına figüran olmak, aptallıktır. Bu, benim artık asla yapmayacağım bir şeydir. Zor yoldan öğrendiğimve övünmediğim bir tecrubemdir bu. Kimseye yaslanma. Çünkü biliyorum ki yaslandığın an, düşersin. Tıpkı sarhoşken sandalyeden düşmek gibi. Fedakarlık kisvesi altında, çoğu zaman, bir taraf diğerini manipüle eder. “Ben senin için şunu yaptım, sen de benim için bunu yapmalısın” mantığı, dostluğun özünü zehirler.
Dostluk, çoğu zaman, bir “konfor alanı” yaratır. İki insan, birbirlerinin hatalarını görmezden gelir, birbirlerinin eksiklerini kapatır. Bu, bir süre için iyi gelebilir. Ama uzun vadede, gelişimi engeller. İnsan, kendi hatalarıyla yüzleşmeli, kendi eksiklerini görmelidir. Aksi takdirde, bir bataklığa saplanmış gibi sabit kalır dibe çöker ve çürür gider… Bu, benim nefret ettiğim bir şeydir. Sürekli bir arayış içirisindeyimdir, sürekli kendini zorlarım. Çünkü bbiliyorum ki, konfor alanı, bir mezardan farksızdır. Konfor alanı, aynı zamanda, bir yalanlar sarmalıdır. İki insan, birbirlerine gerçekleri söylemekten çekinirler, çünkü konfor alanlarını bozmak istemezler. Bu da, zamanla, derin bir güvensizlik duygusuna yol açar.
Bir de, “dürüstlük” meselesi var. Dostlar arasında dürüst olmak gerektiği söylenir. Ama ne dürüstlüğü? Her şeyi olduğu gibi söylemek mi? Bu, çoğu zaman, sadece kırgınlığa ve öfkeye yol açar. İnsanlar, gerçekleri duymak istemezler. Onlar, yalanlarla, illüzyonlarla yaşamayı tercih ederler. Bu, hayatın bir ironisidir, tıpkı bir barda tanıştığın kadının, sabah bambaşka biri çıkması gibi. Dürüstlük, çoğu zaman, bir silah gibi kullanılır. Bir taraf, diğerini “dürüstlük” adı altında acımasızca eleştirir, kendi üstünlüğünü kanıtlamaya çalışır. Bu da, dostluğun sonunu getirir.
Dostluk, çoğu zaman, bir “çıkar ilişkisi”ne dönüşür. İki insan, birbirlerinden bir şeyler beklerler. Maddi destek, duygusal destek, sosyal çevre… Bu, çoğu zaman, bilinçli bir tercih değildir. Ama zamanla, dostluk, bir alışverişe dönüşür. Ve bu alışveriş bittiği an, dostluk da biter. Çıkar ilişkisi, dostluğun en sinsi düşmanıdır. İki insan, birbirlerini kullanırlar, birbirlerinden faydalanırlar ve bu durum, uzun süre devam edebilir. Ta ki, bir taraf diğerinin artık işe yaramadığını fark edene kadar.
Sonuç olarak, dostluk denen bu aptal şey, çoğu zaman, bir yalan, bir illüzyon, bir hayal kırıklığıdır. Beklentilerden arınmak, gerçekleri olduğu gibi görmek ve en önemlisi, dostlarımızın kemiklerini sızlatacak kadar dürüst olmak gerekirse, dostluk, çoğu zaman, sadece bir yığın boş laftır. Tıpkı bir bardan çıktıktan sonra, geceyi hatırlayamamak gibi. Sadece boşluk, sadece bir baş ağrısı. Ve en sonunda, sadece yalnızlık. İşte dostluğun felsefi özeti budur.
Herkese keyifli haftalar dilerim.
Sağlıcakla kalın, sevgiyle kalın… dostlarınızdan biraz uzak kalın..
"Dostluk… Sanki bira bardağının dibinde kalan son damla gibi. İlk başta iyi gelir, ama sonra ağzında acı bir tat bırakır.
İnsanlar değişir, bunu anlamıyorlar. Dün beraber içki içtiğin adam, bugün bambaşka bir piç olabilir. Ve sen, o eski 'dostunu' ararsın, ama o artık yoktur. Tıpkı sabah kalktığında, geceki sarhoşluğun hiçbir izi kalmaması gibi. Sadece baş ağrısı, sadece boşluk. Dostluk, bir bataklık gibidir. İlk başta sıcak ve davetkar görünür, ama içine girdiğin an, çamura saplanırsın. Kurtulmak zordur ve çıktığında da üstün başın çamur içinde kalır.
Felsefeciler bu lafı geveleyip durur. Aristoteles’ten Nietzsche’ye, hepsi bir şeyler zırvalar. Ama gerçek ne? Gerçek, çoğu zaman, mide bulantısından başka bir şey değil.
İlk mesele, “öz” denen o saçmalık. Aristoteles çıkmış, dostluğun üç türü olduğunu söylemiş: çıkar, zevk, mükemmel. Sanki bir orospuyla yatıyoruz amına koyayım, menüden seçiyoruz. Hayat böyle işlemiyor. Dostluk dediğin, çoğu zaman, bir tesadüf, bir zorunluluk ya da en kötü ihtimalle karşılıklı bir çıkar ilişkisi. Öz falan yok, sadece bir yığın tesadüf ve yanlış anlama. Tıpkı siyasetteki “ilkeler” gibi, hepsi yalan, hepsi palavra. Siyasette de dostluklar, çoğu zaman, bir çıkar ortaklığıdır. İki siyasetçi, aynı hedefe ulaşmak için bir araya gelirler, ama hedefe ulaştıklarında, dostluk da biter.
Kant’ın “kategorik imperatif”i… Dostlarına her zaman “kendiliğinden bir amaç” olarak davranmalısın. Yani, onları sadece bir araç olarak görmemelisin. Ama siyasetçiler ne yapıyor? Toplumu sadece bir oy deposu, bir araç olarak görüyorlar. Vaatler, yalanlar, demagoji… Hepsi bir çıkar için. Tıpkı dostluklardaki gibi,