Afi Can

Demokrasiye Kalp Masajı

Afi Can

  • 191

Barda oturuyorum. Yanıma biri ilişiyor, ağzını açıyor ve hiç kapatmıyor. Saatlerdir konuşuyor. Ne hakkında? Hiç. Gününün her saniyesini, trafikteki korna seslerini, komşusunun köpeğinin kakasını, marketteki domatesin fiyatını… Üstüme üstüme geliyor. Kulaklığı takıyorum, umursamıyor. Söyleyecek sözü olmayanın söz bombardımanı. İnsanlar eylem yapıyor sokakta. Sesleri geliyor,ve benim seslerden anlayabildiğim. Birisi nalları dikmiş ve kalp masajı yapıyorlar.  Demokrasiye kalp masajı ha? Sanki ölü bir atı canlandırmaya çalışmak gibi. O at çoktan rahmetli oldu, dostum. Kibir, açgözlülük, küstahlık... Bunlar o atın mezar taşındaki yazılar. Orwell mi dedin? O bile bu berbat durumu yazamazdı. O adam karamsardı ama bu kadarını hayal edemezdi herhalde. Bizimkiler, distopyayı bile vasat bir pembe diziye çevirdiler.
"Sesimizi duyan var mı?" diye bağırıyorlar. Boş bir odada yankılanan bir çığlık gibi. Kimsenin umrunda değil. Televizyonda savaşlar, açlık, sefalet... 
Hiçbir fikri olmayanın bile duygusu olması gerekmez mi? Belki de gerekmez. Belki de bu yüzden bu kadar çok aptal var etrafta. Duygusal enkazlar, fikir kırıntılarıyla ortalıkta dolaşıyorlar. Bir şey hissettiklerini sanıyorlar ama aslında sadece tepki veriyorlar. Birileri düğmeye basıyor, onlar havlıyor.
Nasıl ki "troller satılmıştır" deyince özgün olmuyor ama %100 doğru oluyor, onun gibi bir şey bu da. Bazı şeyler o kadar bariz ki, söylemeye bile gerek yok. Ama yine de söylüyorsun işte. Çünkü içinden geliyor. Çünkü bu berbat düzende, doğru olanı söylemek bile bir çeşit isyan.

________________________________________
“Siyasal olan her şey, insanı bir fare deliğine sürükler.” 
Adamın yanından kalkmış,duvara dayanmış bir şişe rakıyı yudumlarken düşünüyorum: dinciler, milliyetçiler, sağcılar, solcular… Hepsi aynı masanın etrafında oturmuş, insanlığın ruhunu parçalara bölüyor. Camus’nün Sisifos’u gibi her gün aynı kayayı tepeye çıkarıyorlar. Ama Sisifos bile onlardan daha özgür; en azından kayayı iterken kendi lanetinin farkında. Bu siyasal deliler ise, insanı bir ütopya diye kandırıp, gerçek özgürlüğü bir hücreye tıkıyor. “Halk için, vatan için, din için!” diye bağırıyorlar. Peki ya insan için?
Thoreau, “En iyi hükümet, en az hükmedendir” demişti. Oysa bugün, hükümetler insanın ciğerine kadar işliyor. Siyaset, bir kibir tapınağı. İçeri giren, ya tanrılaşıyor ya da köle. Sartre’ın “kötü niyet” dediği şey: Kendini özgür sanıp başkasının zincirini örsünde dövmek. Bir solcu, “eşitlik” diyor ama seni kendi kalıbına dökmeye çalışıyor. Bir milliyetçi, “vatan” diyor ama vatanı sadece kendi ideolojisinin sınırlarıyla çiziyor. Hepsi aynı pisliğin laciverti.
________________________________________

Bir de şu var: Hakkını aramayan ama hadsizliği cüret sananlar. Nietzsche’nin “sürü ahlakı” tam da bunu anlatır. Zayıf olan, güçlüyü kötü ilan eder; kendi korkaklığını erdem diye yutturur. Mesela, patronuna zam isteyemeyen adam, eve gelip karısını dövüyor. Özgürlük arzusu değil bu; ezikliğin intikamı.
Bir örnek: Mahalle bakkalına giriyorsun, iki lira fazla ödemişsin. “Hakkımı yedin!” diye bağırıyorsun. Ama devlet vergilerle cebini soyarken sesin çıkmıyor. Epiktetos, “Özgürlük, kontrol edebileceğin şeyleri kabullenmektir” der. Peki ya kontrol edemediklerin? Sartre’a göre, “İnsan özgür olmaya mahkumdur.” Yani susarak bile bir seçim yapıyorsun. Ama bu tipler, özgürlüğü başkasının boynundaki tasmayı çekmek sanıyor.
________________________________________

“Hayat, bir kadeh viski ve susabilen insanlarla güzeldir.” Ama bugün herkes konuşuyor. Sosyal medya, televizyon, sokaklar… Hepsi birer gürültü çöplüğü. Yanımdaki adam hâlà anlatıyor: “Oğlumun okulundaki öğretmen…” diye. Susturamıyorum. Wittgenstein, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” demişti. Peki ya bu adamın dünyası? Domates fiyatı ve komşunun köpeği kadar.
Bu gürültü, özgürlüğün düşmanı. Çünkü gerçek özgürlük, iç sesini duyabilmektir. Kierkegaard’ın *“kaygı”*sı gibi: Kalabalıkta yalnız kalmak. Ama insanlar kaygıdan kaçmak için kendini gürültüye gömüyor. Kulaklık takmak, modern dünyanın son sığınaklarından. Müzik değil, sessizlik arıyorsun aslında.
________________________________________

Bir sokak köpeği düşün. Ne siyaset bilir ne ideoloji. Açsa karnını doyurur, uykusu varsa bir köşeye kıvrılır. Kimseye “Benim özgürlüğüm seninkini çiğniyor mu?” diye sormaz. Diogenes’in fıçısı gibi: Minimalist, başına buyruk. Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyen bir tavır.
Ama insanoğlu, özgürlüğü hep bir sistemle kirletiyor. “Demokrasi” diyor, sandığa atıp unutuyor. “Haklar” diyor, ama haklarını devlete havale ediyor. Marcus Aurelius, “Hayatın acıları, senin onlara bakışından ibarettir” der. Özgürlük de öyle: İçeride başlar. Dışarıda arama.
________________________________________

Peki ne yapmalı? Kendi adıma içmek, yazmak ve isyan etmek. Ama öyle sosyal medyadan değil; içten. Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin gibi: Saçmalığın içinde anlamı yakalamak. Ya da Camus’nün başkaldırısı: Absürt olanı kabullenip yine de direnmek.
Özgürlük, bir meyhanede tek başına oturup rakını yudumlarken bile “Hayır” diyebilmektir. Siyasalın tüm çağrılarına, gürültüye, hadsizliğe… Dişini sıkıp kendi hücreni yıkmak. Unutma: “Özgürlük, çoğu zaman yalnızlıkla ödenen bir bedeldir.”
Eğer bugün bir şey yapabilirsen, bu olmalı: Siyasalın tımarhanesine bir şişe benzin dök. Kibir, açgözlülük, küstahlık… Hepsi yansın. Sonra küllerinden, kendi sesinle doğ.
Çünkü özgürlük, başkasının değil; kendi çığlığının peşinden gitmektir.
Herkese keyifli haftalar dilerim. Bayramınız mübarek olsun… Sevgiyle kalın,sağlıcakla kalın…

 

Yazarın Diğer Yazıları