FETHİYE'NİN EN ESKİ REHBERLERİNDEN NACİ DİNÇER, KAYAKÖY'Ü ANLATIYOR
'Önce yamaçta kayalar, kayalardan doğan evler, evlerden doğan yaşantılar, sonra terk edilmiş yaşantılar, evler, kayalar, terk edilmiş insanlar, unutulmaya yüz tutmuş insanlık değerleri ve hepsinin üstünde biten incir ağaçları…'
Böyle anlatıyor kendisi de bir mübadil çocuğu olan Naci Dinçer, Kayaköyü… Bir vakitlerin coşku dolu Levissi yaşamının hatıraları üstünde, artık incir ağaçları büyümüştür.
Takvim yaprakları 30 Ocak 1923'ü gösterdiğinde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir nüfus mübadelesi sözleşmesi yapılır, bu sözleşmenin ardından bir buçuk milyona yakın insan yer değiştirir. Her göç hikâyesinde olduğu gibi dramla yüklü olan bu mübadeleyi de, belki en iyi Fethiyeli Yazar Işık Taban'ın hikâyelerinde, kahramanlarında görürüz.
Söz konusu mübadelenin 100. yıldönümündeyiz. Bu kapsamda Fethiye'nin en eski rehberlerinden Naci Dinçer'le, Kayaköyü'nü ve mübadeleyi konuştuk.
Kayaköy'ün tarihçisine kısa bir bakış
Bir mübadil çocuğu olan, rehber Naci Dinçer'in dedesi, babası ve yakınları da söz konusu tarihlerde, meşhur Gül Cemal Vapuru ile Selanik'ten gelmişler Türkiye'ye… İstanbul doğumlu olan ve 40 yıldır Fethiye'de yaşayan meteoroloji mühendisi Dinçer, burada turizmin çeşitli alanlarında çalışsa da, 30 yıldan fazla süredir bölgenin rehberliğini yapmış.
Kayaköy hakkında tarihsel bilgi veren Dinçer, geçmiş çağlarda Likya uygarlığına ev sahipliği yapan, Teke bölgesindeki Fethiye Kayaköy'ün, İsa'dan önce beşinci yüz yıla kadar olan süreçte, Karmylassos isimli küçük bir yerleşimin üstüne kurulduğunu belirterek, 11. yüz yıldan sonra, bölgeye yavaş yavaş Ortodoksların yerleştiğini ifade ediyor.
Dinçer, “Sanırım 14. yüz yılda, buradaki ahaliye ilişkin yazılı bir belge var ana daha sonra İtalyan Gezgin Sanudo'nın anılarında, Kayaköy'den bahsediyor. 17. Yüz yılda ise Evliya Çelebi, burayı ziyaret ettiğinde, ‘Likya Çukuru' olarak ifade ediyor. Tabii, tümünün de vurguladığı, 11. yüz yılın ardından, Anadolu'ya göç eden Türkmenlerin bir kısmının da buraya yerleşerek, küçük bir yerleşim birimi etrafında toplanarak, mevcut Ortodoks Rumlarla birlikte yaşadıkları… Daha sonra bu iki kültür, ortak bir kültür oluşturarak uzun yıllar birlikte yaşadı. Rumların dilindeki adıyla ‘Levissi' ye Kayaköy denilmesinin nedeni de bence, fiziksel koşulların getirdiği zorunlu bir isim. Gerçekten de kayanın üstüne inşa edilmiş bir yerleşim söz konusu…” diyor.
Kayaköy'ün o tarihlerdeki nüfusu
Dinçer, Kayaköy'ün tarihse süreç içindeki demografik yapı özelliklerine ilişkin somut kaynak ve akademik çalışmalar olmadığından, tam anlamıyla bilgi edinmenin mümkün olmadığını ancak sonraki kaynaklarda, 18. yüzyıldan sonra Kayaköy'de altı bin 500 kişilik nüfusa ulaştığına dikkat çekiyor. Söz konusu sayının, o dönem için eski Makri yani Fethiye nüfusunun iki katına ulaştığını kaydeden Dinçer, beş küçük köy yerleşiminde de aynı tarihlerde 15 kadar kalabalık Türk Müslüman aile yaşadığını belirtiyor.
Dinçer, “Kaya ovasını kuzey ve güney olarak ayırırsak, güney taraftaki kuzeye bakan yamaçlarda Rum aileler, onun karşısındaki yamaçta yer alan beş Türk mahallesinde de söz ettiğim aileler yaşıyor ve çiftçilikle uğraşıyorlar” diyor.
Ortak kültür
Kayaköy için “dostluk ve barış köyü” yakıştırmasını anlamlı bulan ancak bunun yeterli olmadığına dikkat çeken Dinçer, şunları anlatıyor:
“Şu an Türkiye coğrafyasında 60'tan fazla kültür ve geçmişte 24 uygarlık var. Bu kadar farklı kültürün bir arada yaşaması ise olsa olsa ortak bir kültür yaratmalarından kaynaklanır. Mesela Trakya'da Adana kebabı, Doğu Anadolu'ya gittiğinizde ise Tekirdağ köftesini yiyebilirsiniz. Farklı kültürlerden gelen insanların harman olduğu Anadolu'nun ki, ‘kültürler mozaiği olduğuna hep vurgu yapılır; sanki küçük bir örneği Kayaköy'de yaşanmış. Ortodoks Rum aileler ve Türk Müslüman aileler birlikte yaşamış, karşılıklı dayanışma ve kardeşlik kültürü içinde olmuşlar. Omuz omuza yaşamışlar, ortak kültürün gereği de bu…”
Mübadele ile Yunanistan'a göç eden yazarların anlatımında, o yılların bir arada yaşama kültürünün de tasvir edildiğinin altını çizen Dinçer, “Rumların Paskalya törenlerinde, Müslüman köylüler onların yumurtalarını hazırlarken, Niko Amca diye adlandırılan Nikos Kariyorgiyasus'un anılarında da, Rum kadınların şeker ve kurban bayramlarında, dantel işledikleri mendillere şeker koyarak, Müslüman çocukların bayram kutlamalarını beklediklerini anlatır. Kendimce, Kayaköy'ünü sadece dostluk ve barış köyü değil, aynı zamanda dayanışma ve kardeşlik köyü olarak tanımlıyorum” diyor.
Ve Mübadele…
Dinçer, mübadelenin, Kurtuluş Savaşı sonrasında Mustafa Kemal'in yeni bir ülke için yeni bir devlet kurmaya başladığı dönemde, Lozan'da toplanan Barış Konferansı'nın sürecinde oluşan bir karar olduğunu söyleyerek, 20 Kasım 1922'de başlayan konferansın ilk aşaması olarak mübadele anlaşmasının gösterildiğini ancak uygulamanın Lozan Konferansı'nın sonucu olarak, 20 Temmuz sonrasını kapsadığını ifade ediyor.
“Biz bazen, mübadeleyi anlatırken, Lozan'dan sonra yapıldı diyoruz ama aslında öyle değil, uygulaması Lozan'dan sonra” diyen Dinçer, söz konusu kararın gerekçesinin, tarihçiler tarafından şu şekilde yazıldığını belirtiyor:
“Venizelos tarafından teklifin geldiği ve Mustafa Kemal tarafından da onaylandığı anlatılıyor. Gerekçe, bugün düşündüğümüzde de, insanı sarsan bir nokta çünkü Balkan savaşları sonrasında Yunanistan ve Balkan coğrafyasında oldukça büyük katliamlar yaşandı ve orada yaşayan Türk kökenli Müslümanlar yaşamlarını ve mal varlıklarını kaybetti. Bu tarihsel ışığın çerçevesinde, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da yaşanan karşılıklı birçok katliam yaşandığını, tarihçiler yazıyor. TBMM kurulup yeni bir devletin inşası başladığında, 1920'den sonra Lozan Konferansı düzenlendiğinde ortaya getirilen gerekçe, bundan sonra bu tür katliamlar yaşanmasın diyeydi.
Buna dayanarak karşılıklı nüfus anlaşması imzalandı. Anlaşmadan önceki iki yıl içinde, Anadolu Rumları Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türkler de Anadolu'ya göç ediyor. Mübadeleden sonra ise 1200 Anadolu Rum'unun gittiği ve 500 bin Müslüman Türk'ün geldiği belirtiliyor. Dedem, babam ve yakınları da o meşhur Gül Cemal yolcu vapurunun içinde gelmişler Selanik'ten…”
Mübadeleden önce
Söz konusu mübadele gerçekleşmeden önce, acılar yaşanmadan evvel Kayaköy'deki hayatın, ortak bir kültür etrafında mutlu olduğunu vurgulayan Dinçer, Mihriban Tanık'ın TRT için çektiği Kayaköy ile ilgili belgeselde, mübadelenin tanıklarını konuşturduğunu ve onları dinlerken çok etkilendiğini anlatıyor.
Dinçer, şöyle konuşuyor:
“Kayaköy'e gelip, ona şöyle bir bakan insan, duvarlarında begonviller açmış evlerin, rengârenk çiçeklerle dolu saksıların süslediği, pencerelerden sarkıp yarenlik yapan komşuları, sokaklarda süzülen gelin alaylarını, neşe içinde oyun oynayan çocukları, iş atölyelerinde ter döken ustaları, okula giden gençleri, kahvehanelerde nargile içen, tavla oynayan yaşlıları kayayla, taşla bütünlemiş kaya gibi dostlukları görüyorlardı. Sonra mübadelenin zorunlu sonuçları ortaya konduğunda, Kayaköy'ün bu kendince mutlu yaşayan Rum Ortodoks halkı, mübadele kapsamı dışında tutulmak için defalarca resmi mercilere başvuruyor ancak koca bir konferansın ve anlaşmanın kararlarını, özel olarak bir kesim için değiştirmek mümkün değildi, sonuçta onlar da buna uymak ve yeni yurtlarına gitmek zorunda kalmışlardı. Terk edilmiş bir kentle karşı karşıya kalıyoruz o dönemde.
Yunanistan'dan Anadolu'ya getirilen Müslüman Türkleri de onların bıraktığı yerlere yerleştirmek üzere, mübadele anlaşması koşulları gereği bir kısmı da Fethiye'ye gelmiş ancak hayat o kadar farklı ki, burada yaşayan insanların alışkanlıkları çoğunlukla atölyelerde çalışan insanlar... Müslüman Türk komşular ise çiftçilikle uğraşıyorlar. Hatta benim basit anlatımımla, bizim Mehmet Amca, domatesini üretiyor, getiriyor Terzi Hristo'ya bir kucak veriyor ve onun diktiği ceketi omzuna alıp gidiyor…”
Mübadeleden sonra
Dinçer, mübadeleden sonra Kayaköy'e gelenler için, buradaki hayatın uygun olmadığını, çiftçilikle geçinen bu insanlara sunulabilecek üretim alanı olmadığını, kalıp demircilik ya da ahşap işlemeciliğini öğrenmelerinin mümkün olmadığını belirten Dinçer, mübadelen bir yıl sonra bu göçmenlerin de Manisa ve Akhisar taraflarına göç ettiklerini anlatıyor. Dinçer, “Yani Kayaköy ikinci defa terk ediliyor ve ikinci göç sonrası, bazılarının ‘hayalet köy' dedikleri manzarayla karşılaşıyoruz. Sadece 20 kadar ev sahibi tapu alıyor ve köyün kalanı Maliye Bakanlığı'nın envanterine geçiyor. Kayaköy ovasında değilse de, Levissi'de hayat bitiyor o saatte sonra…” diyor.
Dinçer, kaderine ağıt yakan Kayaköy için yazdığı dizeleri okuyor:
“Önce yamaçta kayalar, kayalardan doğan evler, evlerden doğan yaşantılar, sonra terk edilmiş yaşantılar, evler, kayalar, terk edilmiş insanlar, unutulmaya yüz tutmuş insanlık değerleri ve hepsinin üstünde biten incir ağaçları…
Bugün Kayaköy'ü sadece doğal etkiler, fiziksel koşulla, rüzgâr, yağmur, yağmalar değil, bir yandan da incir ağaçları bitiyor.”
Mübadele Müzesi yapılabilir mi?
Bir rehber olarak, yıllarca Kayaköy'e misafirleriyle gelen ve onlara köyün öyküsünü anlatan Dinçer, ziyaretçilerin büyük üzüntü içinde olduklarını belirterek, izlenimlerini şöyle aktarıyor:
“Kayaköy, onu ziyaret edenlere önce hüzün veriyor, sonra hikayeyi öğrendiklerinde duyg karmaşası yaşıyorlar ; bir zamanların coşkulu yaşamının ardından bu hüznün yaşanması nedeniyle… En sonunda da Kayaköy için bugün ne yapılabileceği ile ilgili çabaları dile getirdiğinizde bu kez coşkuyla karşılanıyorsunuz.
Genelde, Kayaköy'ü görenler, neden bu kadar özel bir yerin korunmadığı konusunda eleştiride bulunuyorlar. Ancak, biliyorsunuz, Kayaköy'ün envanteri bile yakın zaman önce sayılabildi. Birkaç proje yapılmak istenmişti, bunlardan biri de, iki kilisenin restorasyonu ve bir müzeye dönüştürülmesiydi ama yapılmadı. İnsanlar sizin anlattıklarınızla yetinmiyor, hüzünlü manzaranın ötesinde, yaşanan bazı şeyleri görmek istiyorlar. Keşke yapılabilseydi ama devletin de kendi politikaları var. Ablam İnci ile birlikte Dışişleri Bakanlığı'nın Kayaköy komisyonunda görev yapmıştık ve 2000 ile 2001 yılları arasında pek çok tasarı vardı korumaya yönelik ancak bunlar da sonuç vermedi.
İsterdim ki, mübadele ile ilgili özel anılarıyla tüm dünyaya örnek olsun, korunsun, müzesi yapılsın, karşı kıyıdakiler gibi biz de konuya ilişkin derin araştırmalar yapalım ve Anadolu'ya çok yakışan dostluk ve barış dolu kültürel özellikleri tekrar ortaya koyalım. Bu sayede bu tür savaşlar ve mübadeleler hiç yaşanmasın…”