Çok Partili Demokrasi ve Küreselleşme

  • 447

Çağdaş anlamda siyasi partilerin ortaya çıkması 1789 Fransız İhtilali ile birlikte olmuştur. Aynı devirde İngiltere ve ABD’de de benzer yapıda siyasi partiler kurulmuş ve bu hareket zamanla tüm Avrupa’ya yayılmıştır. 19. yüzyıla geldiğimizde Batı dünyasında burjuvazinin geliştiğini, buna paralel olarak da büyüyen işçi sınıfının çeşitli biçimlerde örgütlendiğini görüyoruz. Bu örgütlenme 1848 yılında Komünist Manifestosunun ilan edilmesiyle siyasal karakter almış ve yüzyıl boyunca Batı ülkeleri komünist hareketle burjuva partileri egemenliğindeki devlet mekanizmasının kavgasına tanıklık etmiştir. 20. yüzyıl komünist partilerin bölünerek içlerinden sosyal demokrat partileri çıkarmasıyla başlamıştır. Böylece siyasi arenada başlıca üç hareket yer edinmiştir. 1918’de son bulan 1. Dünya Savaşı Rusya’da Ekim Devrimi ile birlikte komünist partisine iktidar yolunu açmıştır. Bundan bir süre sonra İtalya ve Almanya’da faşist partiler iktidara gelmiş ve Avrupa’nın önemli bir bölümünde çok partili hayat son bulmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrası dünyamızı Komünist Blok ve Batı olarak ikiye bölünmüş durumda görüyoruz. Komünistler Sovyetler Birliği adını alan Rusya’dan sonra Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin’de egemen olmuşlar, buna karşılık Batı ülkeleri ABD’nin patronluğunda NATO örgütünü oluşturmuşlardı. İşte çok partili demokratik parlamenter rejimlerin doğuşu da bu tarihlere rastlar. Büyük savaştan sonra Batılı devletler ABD öncülüğünde yasalarında önemli değişiklikler yaparak hiçbir siyasi gücün mutlak iktidar olmasına olanak tanımayan sistemler geliştirmişlerdir. Çoğu siyasal bilimciler buna gerekçe olarak Almanya’daki Nazi rejiminin seçim yoluyla iktidara gelmiş olmasını gösterirler. Onlara göre öyle bir seçim sistemi yapılmalıydı ki toplumdaki her kesim eşit ve adil bir şekilde temsil edilsin ve kimsenin kimseye üstünlüğü olmasın. İlk bakışta hoş görünen bu sistem gerçekte iktidarın toplumsal sınıflardan alınarak siyaset dışı bir kısım azınlık güçlerin eline geçmesine yaramıştır. O tarihlerde ayakta kalan tek güç ABD sermayesi olduğundan Batı ülkelerinde güç bela kurulabilen koalisyonlar ABD sermayesinin çizdiği yolda sözde ülkelerini yönetmişlerdir. 1990 yılında komünist sistemin yıkılmasıyla tek kutuplu, küreselleşmiş bir dünya projesi için bütün engeller ortadan kalkmış gibi görülmekteydi. Buna göre başta ABD sermayesi olmak üzere uluslar arası finans kapitalin güdümünde bir dünya ekonomik sistemi düşleniyor, ve bu sistemin yürütülmesinin güdümlü zayıf ulusal yönetimler tarafından yapılması düşünülüyordu. Bunu sağlayabilmek için de ulusal devletlerin mümkün olduğunca zayıflatılıp parçalanması öngörülüyordu. Gerçekten de bu tarihlerde Yugoslavya Batı eliyle parçalandı, Irak işgal edildi, PKK Türkiye’nin başına bela edildi. O karanlık günleri gençler bilmez. Ancak 2000’ li yıllara gelindiğinde küreselcilerin hesaplayamadığı birçok gelişme ortaya çıktı. Çin bir ekonomik dev olarak piyasada yerini aldı. Buna ek olarak Rusya, Hindistan, İran ve Türkiye gibi ülkeler küresel sistemi sorgulamaya başladılar. Nihayet 2008 yılında buhran patlak verdi ve küresel ekonomi çöktü. Bu çöküş Batı toplumlarını da harekete geçirdi. Çözüm yolları araştırıldı. Bunun sonucunda İngiltere AB’den ayrıldı. ABD’de ilk defa sistemle çatışmalı bir kişi, Trump iktidara geldi. Almanya’da Merkel her ne kadar birliği savunuyorsa da aynı çizgide. Türkiye’de de referandum yapılarak başkanlık sisteminin getirilmesi ülkenin kolay idare edilmesini sağlayacağı için aynı amaca hizmet ediyor. Görünen o ki önümüzdeki günlerde ulusal güçler ile çökmekte olan küresel sitemi ayakta tutmaya çalışanların kavgasına tanık olacağız. Türkiye’de de milli birliği savunan, milli ekonomiyi geliştirmeye çalışan bir iktidar ve onun karşısında her fırsatta ülkeyi yabancılara şikâyet eden ve aynı zamanda bölücü örgütle kol kola girmiş bir muhalefet hareketi bu kavgayı yansıtıyor. Bakalım önümüzdeki günler nelere gebe olacak.

Yazarın Diğer Yazıları